17 Nisan 2013 Çarşamba

Ekümenopolis ve yeni projeler


İstanbul'daki kentsel dönüşüm, neoliberalizm ve soylulaştırmayı inceleyen Ekümenopolis'in yönetmeni İmre Azem ile konuştuk. Azem, Ekümenopolis'ten ve üzerinde çalıştığı sağlık sistemi ile ilgili projeyi anlattı.
Ayşegül Engür, Hazal Sipahi

İmre Azem kimdir?
Ben uluslarlararası ilişkiler ve Fransız edebiyatı okudum. Ama ikisiyle de alakalı bir şey yapmadım. Dergilerde çalıştım. Görüntü yönetmenliği yaptım. Marangozluk yaptım. Hala marangozluk yapmaya devam ediyorum. Ufak video projeleriyle de uğraşıyorum.Diğer yandan Ekümenepolis gibi belgeseller çekiyoruz.
Peki kentsel dönüşüm, küresel kent, soylulaştırma gibi kavramlarla ne zaman tanıştınız?
Amerika’da uluslararası ilişkiler okudum. Orada bu kavramlarla bayağı aşina oldum ama soyluluştırma ve kent üzerine daha önce bir bilgim yoktu. Bu filmi yapmaya başlayınca öğrendim. Bu film bir anlamda da benim kent meselelerini öğrenmeme neden oldu. Bildiğim için değil merak ettiğm için böyle bir projeye girdim. Benim öğrenme sürecim bir anlamda filmin yapım süreci oldu.
Film yapmadaki amacınız nedir?
Aslında benim derdim yaşadığımız ekonomik ve siyasi sistemin eleştirisini yapmak ve onu değiştirmeye çalışmak. Bir şeyi eleştirmek için önce onu çok iyi tanımak lazım. Mesela kentsel dönüşümü zorunlu kılan ya da onun altındaki dinamikler aslında hayatımızdaki birçok dinamiklerle aynı. Sağlık üzerine bir şey yapmak istiyoruz. Çünkü sağlık sistemini oluşturan dinamikler de aynı dinamikler ve yaklaşımlar. Biz bu sistemi eleştiriyoruz ve değiştirmek istiyoruz. Onun için bu sistemin yansıması olan kent meselesi, sağlık meselesi, eğitim meselesi, tüm bunlar üzerine kafa yoruyoruz. Bunları da paylaşabilmek için film yapıyoruz.
Kentsel dönüşümle ilgili olumsuzluklar bu hızda giderse bu kentsel dönüşüm ile ilgili yeni bir film yapmayı düşünür müsünüz?
Kentsel dönüşüm meselesinde aslında sürekli yeni yasalar çıkıyor ama altındaki dinamikler hep aynı. Onun için kentsel dönüşüm üzerinde başka bir film yapmayı düşünmüyoruz. Sağlık sistemini inceleyeceğiz. Ekonomik ve siyasi anlamda bazı anlayışlar var. Bu sistemler bazı çarkları yaratıyor. Çarkları olan işleyen bir sistem. Bu sistemde işleyen soyut ve somut sorunlar olduğunu görüyoruz. Biz o yaklaşımları felsefi anlamda sorguluyoruz. Geriden başlayarak ve somut olandan geriye doğru giderek o yaklaşımı sorguluyoruz. Sağlık konusunda da bunu yapmayı düşünüyoruz. Sağlıkta yaşanan insanların yüzyüze olduğu gerçek nedir? Bu nasıl bir sistemden kaynaklanıyor ve bu sistem nasıl bir yaklaşımdan kaynaklanıyor? Mesela Küba’ya baktığınız zaman önleyici bir sağlık sistemi var. Yani sizin hasta olmanızı önlemek üzerine kurulu bir sistem var. Çünkü yaklaşım öyle. Batıda, kapitalist ülkelerde tedavi üzerine, hastalıktan sonraki tedaviye kurulu bir sistem var. Çünkü insanlar o tedaviden para kazanıyorlar. Şöyle bir istatistik var. Hastalığı önlemek için harcadığınız her bir lira tedavi için harcamak zorunda olduğunuz on liraya bedel. Yani siz insanları hasta olduktan sonra tedavi edeceğim derseniz on katı para harcıyorsunuz. En başından o insanların hasta olmasını engelleyebilirsiniz. Ki sadece doğrudan masraflardan bahsediyorum. Tabi bu hastalığın hayat kalitesi yönünden maaliyeti var. İnsanların çalışamadığı için mali kayıpları var. Bir sürü dışsal maliyetleri de var. Bu değişik yaklaşımlar da farklı sistemler doğuruyor. Bu sistemleri inceleyip devletlerin vatandaşlarının sağlığına ne kadar önem verdiğini araştıran ve sorgulayan bir film yapacağız. Biz Amerikan sistemini takip ediyoruz. Orada da özelleştirilmiş bir sağlık sistemi var. Özel sağlık sigortası olmadan hizmet almak mümkün değil. ABD Başkanı Obama sigortasız sayısını azalttı ama köklü bir çözüm getiremedi. Türkiye de sağlık konusunda sosyal devlet anlayışından daha özelleşmiş bir anlayışa gidiyor.
Filminizde diger ülkelerle nasıl bir karşılaştırma olacak?
Amerika belli bir yaklaşımı temsil eden bir örnek. Kuzey Avrupa ülkeleri başka bir anlayışı temsil ediyor. Çin’de tamamen farklı bir yaklaşım var. Tıp anlamında da farklılar. Çin’deki tıp anlayışı batıdan farklı olarak insan vücuduna ve hastalıklara bir bütün olarak bakıyor. Uzmanlaşma, ortopedi, göz, kulak, burun, boğaz gibi tıpta alanlara ayrılma yok. Bu da farklı bir sistem getiriyor. Biz bütün bu anlayışları göstereceğiz.
Kentsel dönüşümle ilgili bu zamana kadar pek çok şey söylendi. Ekümenopolis’in bu kadar ilgi görmesini bekliyor muydunuz?
Öncelikle iki şeyden bahsetmek lazım. Birincisi filmin zamanlaması çok yerinde oldu. Biz bu filme başladığımız zaman o anda yaşanan ve bizim filmde gösterdiğimiz dönüşüm aslında buzdağının görünen yüzü. Şimdi o buzdağını biraz daha görebiliyoruz geriye baktığımız zaman. Biz filmi 2008 yılında yapmaya başladık. Üzerinden neredeyse beş sene geçti. O zamandan bu zamana dek çok büyük bir değişim oldu. İkincisi ise, herkes bu meseleyi birebir yaşıyor. Kentte yaşayan herkes trafik sorununu, kentsel dönüşümü yaşıyor. Dolayısıyla kentsel dönüşüm meselesi herkese dokunuyor. Ama çok karmaşık, kavranması ve anlatılması zor bir mesele. İnsanlar bu konuda çok dolular ama nereden başlayacaklarını, nasıl konuşacaklarını bilemiyorlar. Aslında filmin en önemli katkısı bu tartışmaya bir çerçeve çizmesi. Bizim filmi parçalara ayırmamız bu filme yapısal bir iskelet oluşturdu. Bence en önemli katkısı bu oldu. Zaten filmin amacı da kent meselesinin herkes tarafından tartışılmasını sağlamaktı. Sadece akademisyenlerle, siyasiler arasında sıkışıp kalmış olan tartışmayı, daha geniş halk kitlelerine taşıyabilmek ve halkın da bu meselede söz sahibi olmasını sağlamak. Bu anlamda filmin başarılı olduğunu düşünüyorum.
Enez ilçesinde filmin gösterimi yasaklandı. Bunun gibi başka olaylarla karşılaştınız mı?
Karşılaşmadık. Enez tekil bir örnek. Kaymakamlığa resmi bir dilekçe verdik. Filmin yasaklanmasıyla ilgili bir açıklama istedik ama cevap gelmedi. Film dönüştürülmek istenen üç bin kişinin yaşadığı bir Roman mahallesinde izlenecekti. İki hafta öncesinden filmin duyuruları başlamıştı. Hazırlıklar tamamlanmıştı. Emniyet müdürlüğünden, kaymakamlıktan ve belediyeden izin alınmıştı. Son dakikada, filmi izlemeden izin verdiklerini düşünüyorum. Birilerinin seyredip: “Bu film bize zarar verecek’’ diye düşünüp gösterimine iki saat kala iptal ettiğini düşünüyorum. Fakat bunun başka bir örneğini yaşamadık.
Bir röportajınızda “çoğunlukçu demokrasi’’den bahsettiniz. Çoğulcu demokrasi ile  kentsel dönüşüm ve soylulaştırma kavramları arasında nasıl bir ilişki kurabiliriz?
Demokrasi meselesi  bizim toplumumuzun en temel sorunu. Kentsel dönüşüm meselesinin altında aslında demokrasi sorunu yatıyor. Bizim toplumumuz, sadece iktidardan bahsetmiyorum, demokrasiyi çoğunluk ne derse o olmalıdır, diye düşünüyor. Seçim yapılır, hangi parti en çok oyu alırsa o parti istediğini yapabilir, diye düşünüyor. Başbakan da milli iradeyi temsil ettiğini düşünerek her istediğini yapabileceğini iddia ediyor. O milli irade anlayışı temel sorun. Çoğunlukçu demokrasi budur. Bu ortaçağ demokrasisidir.
1948 senesinde Birlşmiş Milletler’in kurulmasından sonra ''Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi '' hazırlanıyor. Çağdaş demokrasi bu belgeye dayanarak uygulanmalı. Fakat dünya üzerinde bunu uygulayan bir ülke yok. Herkesin üzerinde hemfikir olduğu ve herkes tarafından kabul edilen, sadece insanın insan olmasından kaynaklı hakları var. Bunun içinde barınma, eğitim,  güvenli bir iş gibi temel haklar var. Bunların hepsi aslında onurlu bir yaşam için gerekli olan haklar. Çağdaş demokrasi bu haklar üzerine kurulmuş olması gereken demokrasidir. Yani çağdaş demokrasi, çoğunluğun kararını ülke geneline dayatan bir demokrasi değil, azınlığın hakkını koruyan bir demokrasidir. Örnek vermek gerekirse, bu mahallede bir oylama yapılırsa %99'u  İmre’nin evinin yıkalım derse o evin yıkılamaması lazım. Çünkü o ev birisinin barınma hakkıdır. Barınma hakkı da insan haklarından biridir. Yüzde 1 bile o evi savunuyorsa, çağdaş demokraside o ev yıkılmaz ama çoğulcu demokraside yıkılır. Şimdi başbakan %51 oyla Taksim’den otoban geçirebileceğini ifade ediyor. ''Sağlık sistemini de özelleştiririm. Fabrikaları da satarım. Haydarpaşa’ya stadyum da yaparım'' diyor. Bunların hepsine kendini muktedir görüyor. Çünkü bunu çoğulcu demokrasi anlayışından hareketle yapıyor. Bu anlayış ilkelliktir. Türkiye'de uygulan bu demokrasi ortaçağ demokrasisidir. Hak temelli demokrasinin uygulandığı bir toplumda demokrasi egemen sınıflar tarafından halka bahşedilemez. Tepeden inme bir şekilde ''Alın bunlar sizin haklarınız'' denmez. Hak temelli demokraside bir mücadele vardır. İnsanlar o hakları kazanırlar. O zaman ancak gerçek ve çağdaş bir demokrasi olabilir. Şimdi insanların bu mücadeleyi gerçekleştirebilmesi için haklarının farkında olması lazım. Ondan sonra haklarını talep edip onun mücadelesini vereceklerdir. Ancak bu şekilde gerçek bir demokrasi inşa edilebilir.
Neoliberalizm insan haklarına dayalı demokrasi için bir engel mi? Neolberalizm ile çoğunlukçu demokrasi arasında nasıl bir ilişki var?
Neoliberalizm faşizmi yaratıyor. Çünkü neoliberalizmde sermayenin egemenliği var. Yani yüzde 1'in yüzde 99 üzerindeki hakimiyeti var. Kapitalizmde de bu var. Neoliberalizm de kapitalizmin şu anki versiyonu. Aslında Avrupa’da da neoliberalizm var. Türkiye’de de neoliberalizm var. Peki neden Türkiye’de yaşanan kentsel dönüşüm Avrupa’da yaşanmıyor, neden oradaki süreç daha farklı işliyor? İşte bu demokrasi konusundaki farklılığımızdan dolayı. Çünkü onlar hak temelli demokrasiyi daha çok benimsiyorlar. Orada siz ne kadar oy alırsanız alın insanların evlerini yıktığınız zaman insanlar itiraz ediyorlar ve haklarına sahip çıkıyorlar. Türkiye’de bu yok. Toplum çoğunlukçu demokrasiyi kanıksamış durumda. Hak temelli demokrasiyi daha içselleştirememiş bir toplum var Türkiye'de. Bu içselleştirme aydınlamayla gerçekleşebilir. Bugünden yarına değişecek bir şey değil. Uzun mücadeleler gerektiren bir süreç. Tabi neoliberalizmle demokrasi arasında bir ilişki var. Yani yüzde 1'in yüzde 99 için kararlar alıyor olması zaten demokrasinin kendisine aykırıdır.  Çoğulcu demokrasiye de aykırıdır.
Emek sinemasının son durumu ve yaşanan olaylar ile ilgili sizin düşünceleriniz nelerdir?
Emek Sineması aslında bir kamu kuruluşunun, Sosyal Güvenlik Kurumu’nun mülküdür. Özelleştirme sürecinde Emek Sineması'nın bulunduğu yere alışveriş merkezi yapılmak üzere SGK ve Kamer İnşaat arasında bir protokol yapılıyor. Bu inşaat şirketi SGK'yla imzaladığı protokol maddelerine aykırı olarak üçüncü bir firmayla anlaşma yapıyor. Asıl anlaşmayı yapan SGK ile Kamer İnşaat. O protokol de o kullanım hakkını alıyor Kamer İnşaat. Ayrıca 25 seneliğine o hakkın devredilemeyeceği, Kamer İnşaat'ın da bir ortak alamayacağı şeklinde kesin hükümler de var. Alışveriş merkezi projesi çiziliyor. Önce Emek Sineması'nı yıkmayı planlıyorlar. Sonra halktan gelen tepkiler nedeniyle ''Biz Emek Sineması'nı yıkmayacağız., taşıyacağız'' diyorlar. Böyle bir şeyin mümkün olmadığını restarotörler ve konunun uzmanları söylüyorlar. Emek Sineması kapısı sokağa açılan, sokaktan girilen bir yerdir. Belki Yeşilçam’ın en önemli filmlerinin galalarının ve festivallerinin yapıldığı, Türk sineması için tarihi önemi olan bir mekanı aslında yok ediyorlar. Alışveriş merkezine dönüştürüyorlar.
Bizim talebimiz, Emek Sineması'nın sinema olarak kalması ve o kompleksin bir kültür merkezine dönüştürülmesi. Burada bizim muhatabımız Kamer İnşaat değil, Türkmall da değil. Bunlar sermaye kuruluşları. Sermaye karını maksimize etmek için elinden geleni yapar. Burada sorumluluğu olan ve bizim muhatabımız olan kurumlar Turizm ve Kültür Bakanlığı ve Beyoğlu Belediyesi. Aslında o binayı bir kültür merkezi olarak korumakla sorumlu olan devlet kurumları. Onlar görevlerini yapmıyorlar. Yani özelleştirme yaparak asli görevlerini inkar etmiş ve görevlerini kötüye kullanmış oluyorlar. Asıl sorun burada devletin kamuya ait olan bir mekana sahip çıkmamasıdır.

Filmde yer vermek istediğiniz ama çeşitli nedenlerden dolayı yer veremediğiniz bir konu ya da kişi var mı?
Ekümenepolis'in konusu daha fazla genişletilebilir tabi. Bu konuda araştırma yapmış, kitap yazmış çok değerli akademisyenler var. Ama bir filme doksan dakikayla sınırlı ve belirli bir çerçeveyi orada çizmeniz lazım. Konu olarak orta sınıfların gecekonduya olan bakışlarını işlemek isterdim. Gecekondulaşmayı yıkmanın meşrulaştırmak için söylenen; ''orası döküntü alanı'', '' terör yuvası'', ''uyuşturucu yuvası'' gibi söylemlerin alıcısı olan orta sınıfları göstermek isterdim. O söyleme inanıp bu sürece destek verenlerin görüşlerini almak isterdim.
En önemli konulardan birisi de kent ve kır arasındaki ilişki. Biz Ekümenopolis’te kenti anlatıyoruz. Ama aslında kırsalda yaşanan tarım politikaları, enerji politikaları, ve HES'ler çok önemli. Anadolu’daki tarım politikaları, Ankara ve İzmir gibi büyük kentler için İstanbul’un içindeki bir ulaşım projesinden daha önemlidir. Neden öyledir? Çünkü siz insanların karınlarını doğdukları yerde doyuramazsanız insanlar topraktan para kazanamazlar, kentlere gelirler. Kentlerin de en büyük problemi nüfus artışıdır. Nüfus artışını önleyemediğiniz sürece ne konut sorununu çözebilirsiniz, ne de ulaşım sorununu çözebilirsiniz. Zaten İstanbul limitlerinin 4 katına yaklaşıyor. 1980’de yazılan bir rapora göre o zaman nüfusu dört milyon civarında olan İstanbul, coğrafi olarak, doğal kaynaklar olarak, sürdürülebilir bir şekilde “en fazla 5 milyon kişilik nüfusu kaldırır” denmiş. “Daha fazlası gitgide İstanbul’u bitirir” diyorlar. Şimdi 17 milyonu geçtik. 20 milyona doğru gidiyoruz. Neredeyse 5 milyon limitinin dört katına yaklaşıyoruz. 2023’ün projeksiyon verilerine göre 25 milyon ile 30 milyon arası olacak İstanbul. Öngörülenin beş-altı katı. Siz istediğiniz kadar köprü yapın, tünel yapın kendini yok etmeye devam edecek İstanbul. Bunu engelleyebilmemk için insanların İstanbul’a gelmesini önlemek lazım. Yani topraktan geçinen insanların karınlarını kırsalda doyurabilmeleri lazım.
Şuanda devlet politikası tarıma teşvik veriyor. Ama nasıl bir teşvik? Araziye teşvik veriyor. Yani sizin kaç metrekare toprağınız varsa metrekare üzerinden size o kadar teşvik veriyor. Bu ne demek ? Siz o toprağı işleseniz de işlemeseniz de devlet size teşvik verecek demek. Aynen de öyle oluyor. Anadolu'da hiçbir toprak işlenmiyor. Hala büyük ölçüde feodal sistem var Anadolu’da. Toprak ağaları da paşa paşa devletten paralarını alıyor, sonra yan gelip yatıyorlar. Anadolu’da kimse üretim yapmıyor şuanda. O toprakta çalışacak olan işçilerin çocukları toprakla bir gelecekleri olmadığından orayı terkediyorlar. Devlet köylüye fabrika açmıyor, toprak vermiyor. Topraktan kazanacağı istihdamı yaratmıyor. Hayvancılık zaten ölmüş durumda. 2012 senesinde Türkiye ilk defa dışarıdan saman ithal etmiş. Cumhuriyet tarihinde ilk defa tarım bu kadar kötü durumda. Ondan sonra 2500 tane HES projesi yapılıyor, bütün köylünün yaşam kaynağı olan toprak ve suyu kullanıyorlar. Başka türlü tarım olmuyor. Bütün bu politikalar sonucunda ithalata dayalı bir gıda politikası oluşuyor.Devlet daha fazla enerji üretmek için doğayı daha fazla tahrip ediyor. Bunun sonucunda insanlar büyük kentlere göç etmeye zorlanıyorlar.
Kent ve kır ilşkisi son derece kritik. Kırsaldaki sorunları çözmeden kentlerdeki sorunları çözmenin imkanı yok. Biz filmde de anlatıyoruz bunu. 1950’lerde yani cumhuriyetin ilk döneminde bir toprak reformu yapılıyor, Köy Enstitüleri açılıyor. Köy Enstitüleri Anadolu aydınlanması diyebileceğimiz, aslında kırsal kesimdeki eğitimi ve üretim faaliyetine katılmalarını, belki sadece tarımla da değil başla şeylerle de ilgilenmeleri sonucunu doğurabilecek bir politikaydı. Belki Köy Enstitüleri kapanmasıydı, toprak reformu Demokrat Parti yönetiminde rafa kaldırılmasıydı bu feodal sistem kırılabilecekti. Türkiye’deki hiçbir kent bugün 3 milyon, 4 milyon nüfusun üstüne çıkmayacaktı bugün. Çok daha dengeli bir gelişme olacaktı. Belki Kürt sorunu diye bir sorunla karşılaşmayacaktık. Biraz da bu açıdan bakmak lazım bu olaylara. O dönemde yapılan reformlar gerçekleştirebilseydi ya da önü kesilmeseydi, Köy Enstitüleri kapatılmasıydı, toprak reform rafa kaldırılmasaydı belki Türkiye daha yaşanılabilir, çok daha çağdaş, daha dengeli büyüyen bir ülke olabilirdi. Onun için bu filmde belki bunları anlatmak mümkün değildi ama başka bir filmde anlatmak mümün olabilir. Resmi bir bütün olarak görmek lazım. Birbirini tamamlayan iki bakış açısı daha doğrusu iki odak noktası diyelim. Bütün olarak bakmadan bu sorunları çözmek mümkün değil.
Yeni projenizin finansal desteğini nasıl sağlayacaksınız?
Sponsor almayacağız ama film fonlarından yaralanmayı düşünüyoruz. Türkiye’de belgesele verilen değer çok az ve siyasileşmiş olduğu için buradan destek almayı zaten düşünmüyoruz. Yani buradaki sağlık sisteminin böyle bir derdi yok. Ama bulabildiğimiz kadarıyla yurtdışından bunu fonlayarak yapacağız. Yurtdışındaki fonlarda da siyasi fonlar var. Mesela AB’nin kültürel projelere verdiği fonlar var. Onları da kullanmıyoruz siyasi olduğu için. Sadece film değeri üzerinden yararlanabileceğimiz fonlarla çalışıyoruz. Bir de Ekümenopolis’te olduğu gibi bunu yapmaya çalışacağız, kitlesel fonlama ve bireysel desteklerden yararlanacağız.
Köy Enstitüleri ile Kürt sorunu arasında nasıl bir ilişki var?
Köy Enstitüleri'nin ne olduğunu bilmek lazım. Bunun hakkında da bir film yapılabilir çok değerli olur hem de. Genel olarak feodal sistemin kırılması, aydınlanma sürecinin yaşanması ve dine dayalı feodal bir sistemden çok daha özgürlükçü ve bireylerin haklarını savunana aydınlanmış bir sisteme geçmek, bence o etnik sorunların da üstesinden gelebilirdi diye düşünüyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder