İstanbul'daki
kentsel dönüşüm, neoliberalizm ve soylulaştırmayı inceleyen
Ekümenopolis'in yönetmeni İmre Azem ile konuştuk. Azem,
Ekümenopolis'ten ve üzerinde çalıştığı sağlık sistemi ile
ilgili projeyi anlattı.
Ayşegül
Engür, Hazal Sipahi
İmre
Azem kimdir?
Ben
uluslarlararası ilişkiler ve Fransız edebiyatı okudum.
Ama ikisiyle de alakalı bir şey yapmadım. Dergilerde çalıştım.
Görüntü yönetmenliği yaptım. Marangozluk yaptım. Hala
marangozluk yapmaya devam ediyorum. Ufak video projeleriyle de
uğraşıyorum.Diğer yandan Ekümenepolis gibi belgeseller
çekiyoruz.
Peki
kentsel dönüşüm, küresel kent, soylulaştırma gibi kavramlarla
ne zaman tanıştınız?
Amerika’da
uluslararası ilişkiler okudum. Orada bu kavramlarla bayağı
aşina oldum ama soyluluştırma ve kent üzerine daha önce bir
bilgim yoktu. Bu filmi yapmaya başlayınca öğrendim. Bu film bir
anlamda da benim kent meselelerini öğrenmeme neden oldu. Bildiğim
için değil merak ettiğm için böyle bir projeye girdim. Benim
öğrenme sürecim bir anlamda filmin yapım süreci oldu.
Film
yapmadaki amacınız nedir?
Aslında
benim derdim yaşadığımız ekonomik ve siyasi sistemin
eleştirisini yapmak ve onu değiştirmeye çalışmak. Bir şeyi
eleştirmek için önce onu çok iyi tanımak lazım. Mesela kentsel
dönüşümü zorunlu kılan ya da onun altındaki dinamikler aslında
hayatımızdaki birçok dinamiklerle aynı. Sağlık üzerine bir şey
yapmak istiyoruz. Çünkü sağlık sistemini oluşturan dinamikler
de aynı dinamikler ve yaklaşımlar. Biz bu sistemi eleştiriyoruz
ve değiştirmek istiyoruz. Onun için bu sistemin yansıması olan
kent meselesi, sağlık meselesi, eğitim meselesi, tüm bunlar
üzerine kafa yoruyoruz. Bunları da paylaşabilmek için film
yapıyoruz.
Kentsel
dönüşümle ilgili olumsuzluklar bu hızda giderse bu kentsel
dönüşüm ile ilgili yeni bir film yapmayı düşünür müsünüz?
Kentsel
dönüşüm meselesinde aslında sürekli yeni yasalar çıkıyor ama
altındaki dinamikler hep aynı. Onun için kentsel dönüşüm
üzerinde başka bir film yapmayı düşünmüyoruz. Sağlık
sistemini inceleyeceğiz. Ekonomik ve siyasi anlamda bazı anlayışlar
var. Bu sistemler bazı çarkları yaratıyor. Çarkları olan
işleyen bir sistem. Bu sistemde işleyen soyut ve somut sorunlar
olduğunu görüyoruz. Biz o yaklaşımları felsefi anlamda
sorguluyoruz. Geriden başlayarak ve somut olandan geriye doğru
giderek o yaklaşımı sorguluyoruz. Sağlık konusunda da bunu
yapmayı düşünüyoruz. Sağlıkta yaşanan insanların yüzyüze
olduğu gerçek nedir? Bu nasıl bir sistemden kaynaklanıyor ve bu
sistem nasıl bir yaklaşımdan kaynaklanıyor? Mesela Küba’ya
baktığınız zaman önleyici bir sağlık sistemi var. Yani sizin
hasta olmanızı önlemek üzerine kurulu bir sistem var. Çünkü
yaklaşım öyle. Batıda, kapitalist ülkelerde tedavi üzerine,
hastalıktan sonraki tedaviye kurulu bir sistem var. Çünkü
insanlar o tedaviden para kazanıyorlar. Şöyle bir istatistik var.
Hastalığı önlemek için harcadığınız her bir lira tedavi için
harcamak zorunda olduğunuz on liraya bedel. Yani siz insanları
hasta olduktan sonra tedavi edeceğim derseniz on katı para
harcıyorsunuz. En başından o insanların hasta olmasını
engelleyebilirsiniz. Ki sadece doğrudan masraflardan bahsediyorum.
Tabi bu hastalığın hayat kalitesi yönünden maaliyeti var.
İnsanların çalışamadığı için mali kayıpları var. Bir sürü
dışsal maliyetleri de var. Bu değişik yaklaşımlar da farklı
sistemler doğuruyor. Bu sistemleri inceleyip devletlerin
vatandaşlarının sağlığına ne kadar önem verdiğini araştıran
ve sorgulayan bir film yapacağız. Biz Amerikan sistemini takip
ediyoruz. Orada da özelleştirilmiş bir sağlık sistemi var. Özel
sağlık sigortası olmadan hizmet almak mümkün değil. ABD Başkanı
Obama sigortasız sayısını azalttı ama köklü bir çözüm
getiremedi. Türkiye de sağlık konusunda sosyal devlet anlayışından
daha özelleşmiş bir anlayışa gidiyor.
Filminizde
diger ülkelerle nasıl bir karşılaştırma olacak?
Amerika
belli bir yaklaşımı temsil eden bir örnek. Kuzey Avrupa
ülkeleri başka bir anlayışı temsil ediyor. Çin’de tamamen
farklı bir yaklaşım var. Tıp anlamında da farklılar. Çin’deki
tıp anlayışı batıdan farklı olarak insan vücuduna ve
hastalıklara bir bütün olarak bakıyor. Uzmanlaşma, ortopedi,
göz, kulak, burun, boğaz gibi tıpta alanlara ayrılma yok. Bu da
farklı bir sistem getiriyor. Biz bütün bu anlayışları
göstereceğiz.
Kentsel
dönüşümle ilgili bu zamana kadar pek çok şey söylendi.
Ekümenopolis’in bu kadar ilgi görmesini bekliyor muydunuz?
Öncelikle
iki şeyden bahsetmek lazım. Birincisi filmin zamanlaması çok
yerinde oldu. Biz bu filme başladığımız zaman o anda yaşanan ve
bizim filmde gösterdiğimiz dönüşüm aslında buzdağının
görünen yüzü. Şimdi o buzdağını biraz daha görebiliyoruz
geriye baktığımız zaman. Biz filmi 2008 yılında yapmaya
başladık. Üzerinden neredeyse beş sene geçti. O zamandan bu
zamana dek çok büyük bir değişim oldu. İkincisi ise, herkes bu
meseleyi birebir yaşıyor. Kentte yaşayan herkes trafik sorununu,
kentsel dönüşümü yaşıyor. Dolayısıyla kentsel dönüşüm
meselesi herkese dokunuyor. Ama çok karmaşık, kavranması ve
anlatılması zor bir mesele. İnsanlar bu konuda çok dolular ama
nereden başlayacaklarını, nasıl konuşacaklarını bilemiyorlar.
Aslında filmin en önemli katkısı bu tartışmaya bir çerçeve
çizmesi. Bizim filmi parçalara ayırmamız bu filme yapısal bir
iskelet oluşturdu. Bence en önemli katkısı bu oldu. Zaten filmin
amacı da kent meselesinin herkes tarafından tartışılmasını
sağlamaktı. Sadece akademisyenlerle, siyasiler arasında sıkışıp
kalmış olan tartışmayı, daha geniş halk kitlelerine
taşıyabilmek ve halkın da bu meselede söz sahibi olmasını
sağlamak. Bu anlamda filmin başarılı olduğunu düşünüyorum.
Enez
ilçesinde filmin gösterimi yasaklandı. Bunun gibi başka olaylarla
karşılaştınız mı?
Karşılaşmadık.
Enez tekil bir örnek. Kaymakamlığa resmi bir dilekçe verdik.
Filmin yasaklanmasıyla ilgili bir açıklama istedik ama cevap
gelmedi. Film dönüştürülmek istenen üç bin kişinin yaşadığı
bir Roman mahallesinde izlenecekti. İki hafta öncesinden filmin
duyuruları başlamıştı. Hazırlıklar tamamlanmıştı. Emniyet
müdürlüğünden, kaymakamlıktan ve belediyeden izin alınmıştı.
Son dakikada, filmi izlemeden izin verdiklerini düşünüyorum.
Birilerinin seyredip: “Bu film bize zarar verecek’’ diye
düşünüp gösterimine iki saat kala iptal ettiğini düşünüyorum.
Fakat bunun başka bir örneğini yaşamadık.
Bir
röportajınızda “çoğunlukçu demokrasi’’den bahsettiniz.
Çoğulcu demokrasi ile kentsel dönüşüm ve soylulaştırma
kavramları arasında nasıl bir ilişki kurabiliriz?
Demokrasi
meselesi bizim toplumumuzun en temel sorunu. Kentsel dönüşüm
meselesinin altında aslında demokrasi sorunu yatıyor. Bizim
toplumumuz, sadece iktidardan bahsetmiyorum, demokrasiyi çoğunluk
ne derse o olmalıdır, diye düşünüyor. Seçim yapılır, hangi
parti en çok oyu alırsa o parti istediğini yapabilir, diye
düşünüyor. Başbakan da milli iradeyi temsil ettiğini düşünerek
her istediğini yapabileceğini iddia ediyor. O milli irade anlayışı
temel sorun. Çoğunlukçu demokrasi budur. Bu ortaçağ demokrasisidir.
1948
senesinde Birlşmiş Milletler’in kurulmasından sonra
''Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi '' hazırlanıyor. Çağdaş
demokrasi bu belgeye dayanarak uygulanmalı. Fakat dünya üzerinde
bunu uygulayan bir ülke yok. Herkesin üzerinde hemfikir olduğu ve
herkes tarafından kabul edilen, sadece insanın insan olmasından
kaynaklı hakları var. Bunun içinde barınma, eğitim,
güvenli bir iş gibi temel haklar var. Bunların hepsi aslında
onurlu bir yaşam için gerekli olan haklar. Çağdaş demokrasi bu
haklar üzerine kurulmuş olması gereken demokrasidir. Yani çağdaş
demokrasi, çoğunluğun kararını ülke geneline dayatan bir
demokrasi değil, azınlığın hakkını koruyan bir demokrasidir.
Örnek vermek gerekirse, bu mahallede bir oylama yapılırsa %99'u
İmre’nin evinin yıkalım derse o evin yıkılamaması lazım.
Çünkü o ev birisinin barınma hakkıdır. Barınma hakkı da insan
haklarından biridir. Yüzde 1 bile o evi savunuyorsa, çağdaş
demokraside o ev yıkılmaz ama çoğulcu demokraside yıkılır.
Şimdi başbakan %51 oyla Taksim’den otoban geçirebileceğini
ifade ediyor. ''Sağlık sistemini de özelleştiririm. Fabrikaları
da satarım. Haydarpaşa’ya stadyum da yaparım'' diyor. Bunların
hepsine kendini muktedir görüyor. Çünkü bunu çoğulcu demokrasi
anlayışından hareketle yapıyor. Bu anlayış ilkelliktir.
Türkiye'de uygulan bu demokrasi ortaçağ demokrasisidir. Hak
temelli demokrasinin uygulandığı bir toplumda demokrasi egemen
sınıflar tarafından halka bahşedilemez. Tepeden inme bir şekilde
''Alın bunlar sizin haklarınız'' denmez. Hak temelli
demokraside bir mücadele vardır. İnsanlar o hakları kazanırlar.
O zaman ancak gerçek ve çağdaş bir demokrasi olabilir. Şimdi
insanların bu mücadeleyi gerçekleştirebilmesi için haklarının
farkında olması lazım. Ondan sonra haklarını talep edip onun
mücadelesini vereceklerdir. Ancak bu şekilde gerçek bir demokrasi
inşa edilebilir.
Neoliberalizm
insan haklarına dayalı demokrasi için bir engel mi?
Neolberalizm ile çoğunlukçu demokrasi arasında nasıl bir ilişki
var?
Neoliberalizm
faşizmi yaratıyor. Çünkü neoliberalizmde sermayenin egemenliği
var. Yani yüzde 1'in yüzde 99 üzerindeki hakimiyeti var.
Kapitalizmde de bu var. Neoliberalizm de kapitalizmin şu anki
versiyonu. Aslında Avrupa’da da neoliberalizm var. Türkiye’de
de neoliberalizm var. Peki neden Türkiye’de yaşanan kentsel
dönüşüm Avrupa’da yaşanmıyor, neden oradaki süreç daha
farklı işliyor? İşte bu demokrasi konusundaki farklılığımızdan
dolayı. Çünkü onlar hak temelli demokrasiyi daha çok
benimsiyorlar. Orada siz ne kadar oy alırsanız alın insanların
evlerini yıktığınız zaman insanlar itiraz ediyorlar ve haklarına
sahip çıkıyorlar. Türkiye’de bu yok. Toplum çoğunlukçu
demokrasiyi kanıksamış durumda. Hak temelli demokrasiyi daha
içselleştirememiş bir toplum var Türkiye'de. Bu içselleştirme
aydınlamayla gerçekleşebilir. Bugünden yarına değişecek bir
şey değil. Uzun mücadeleler gerektiren bir süreç. Tabi
neoliberalizmle demokrasi arasında bir ilişki var. Yani yüzde 1'in
yüzde 99 için kararlar alıyor olması zaten demokrasinin kendisine
aykırıdır. Çoğulcu demokrasiye de aykırıdır.
Emek
sinemasının son durumu ve yaşanan olaylar ile ilgili sizin
düşünceleriniz nelerdir?
Emek
Sineması aslında bir kamu kuruluşunun, Sosyal Güvenlik
Kurumu’nun mülküdür. Özelleştirme sürecinde Emek Sineması'nın
bulunduğu yere alışveriş merkezi yapılmak üzere SGK ve Kamer
İnşaat arasında bir protokol yapılıyor. Bu inşaat şirketi
SGK'yla imzaladığı protokol maddelerine aykırı olarak üçüncü
bir firmayla anlaşma yapıyor. Asıl anlaşmayı yapan SGK ile Kamer
İnşaat. O protokol de o kullanım hakkını alıyor Kamer İnşaat.
Ayrıca 25 seneliğine o hakkın devredilemeyeceği, Kamer İnşaat'ın
da bir ortak alamayacağı şeklinde kesin hükümler de var.
Alışveriş merkezi projesi çiziliyor. Önce Emek Sineması'nı
yıkmayı planlıyorlar. Sonra halktan gelen tepkiler nedeniyle ''Biz
Emek Sineması'nı yıkmayacağız., taşıyacağız'' diyorlar.
Böyle bir şeyin mümkün olmadığını restarotörler ve konunun
uzmanları söylüyorlar. Emek Sineması kapısı sokağa açılan,
sokaktan girilen bir yerdir. Belki Yeşilçam’ın en önemli
filmlerinin galalarının ve festivallerinin yapıldığı, Türk
sineması için tarihi önemi olan bir mekanı aslında yok
ediyorlar. Alışveriş merkezine dönüştürüyorlar.
Bizim
talebimiz, Emek Sineması'nın sinema olarak kalması ve o kompleksin
bir kültür merkezine dönüştürülmesi. Burada bizim muhatabımız
Kamer İnşaat değil, Türkmall da değil. Bunlar sermaye
kuruluşları. Sermaye karını maksimize etmek için elinden geleni
yapar. Burada sorumluluğu olan ve bizim muhatabımız olan kurumlar
Turizm ve Kültür Bakanlığı ve Beyoğlu Belediyesi. Aslında o
binayı bir kültür merkezi olarak korumakla sorumlu olan devlet
kurumları. Onlar görevlerini yapmıyorlar. Yani özelleştirme
yaparak asli görevlerini inkar etmiş ve görevlerini kötüye
kullanmış oluyorlar. Asıl sorun burada devletin kamuya ait olan
bir mekana sahip çıkmamasıdır.
Filmde
yer vermek istediğiniz ama çeşitli nedenlerden dolayı yer
veremediğiniz bir konu ya da kişi var mı?
Ekümenepolis'in
konusu daha fazla genişletilebilir tabi. Bu konuda araştırma
yapmış, kitap yazmış çok değerli akademisyenler var. Ama bir
filme doksan dakikayla sınırlı ve belirli bir çerçeveyi orada
çizmeniz lazım. Konu olarak orta sınıfların gecekonduya olan
bakışlarını işlemek isterdim. Gecekondulaşmayı yıkmanın
meşrulaştırmak için söylenen; ''orası döküntü alanı'', ''
terör yuvası'', ''uyuşturucu yuvası'' gibi söylemlerin alıcısı
olan orta sınıfları göstermek isterdim. O söyleme inanıp bu
sürece destek verenlerin görüşlerini almak isterdim.
En
önemli konulardan birisi de kent ve kır arasındaki ilişki. Biz
Ekümenopolis’te kenti anlatıyoruz. Ama aslında kırsalda yaşanan
tarım politikaları, enerji politikaları, ve HES'ler çok önemli.
Anadolu’daki tarım politikaları, Ankara ve İzmir gibi büyük
kentler için İstanbul’un içindeki bir ulaşım projesinden daha
önemlidir. Neden öyledir? Çünkü siz insanların karınlarını
doğdukları yerde doyuramazsanız insanlar topraktan para
kazanamazlar, kentlere gelirler. Kentlerin de en büyük problemi
nüfus artışıdır. Nüfus artışını önleyemediğiniz sürece
ne konut sorununu çözebilirsiniz, ne de ulaşım sorununu
çözebilirsiniz. Zaten İstanbul limitlerinin 4 katına yaklaşıyor.
1980’de yazılan bir rapora göre o zaman nüfusu dört milyon
civarında olan İstanbul, coğrafi olarak, doğal kaynaklar
olarak, sürdürülebilir bir şekilde “en fazla 5 milyon kişilik
nüfusu kaldırır” denmiş. “Daha fazlası gitgide İstanbul’u
bitirir” diyorlar. Şimdi 17 milyonu geçtik. 20 milyona doğru
gidiyoruz. Neredeyse 5 milyon limitinin dört katına yaklaşıyoruz.
2023’ün projeksiyon verilerine göre 25 milyon ile 30 milyon arası
olacak İstanbul. Öngörülenin beş-altı katı. Siz istediğiniz
kadar köprü yapın, tünel yapın kendini yok etmeye devam edecek
İstanbul. Bunu engelleyebilmemk için insanların İstanbul’a
gelmesini önlemek lazım. Yani topraktan geçinen insanların
karınlarını kırsalda doyurabilmeleri lazım.
Şuanda
devlet politikası tarıma teşvik veriyor. Ama nasıl bir teşvik?
Araziye teşvik veriyor. Yani sizin kaç metrekare toprağınız
varsa metrekare üzerinden size o kadar teşvik veriyor. Bu ne demek
? Siz o toprağı işleseniz de işlemeseniz de devlet size teşvik
verecek demek. Aynen de öyle oluyor. Anadolu'da hiçbir toprak
işlenmiyor. Hala büyük ölçüde feodal sistem var Anadolu’da.
Toprak ağaları da paşa paşa devletten paralarını alıyor,
sonra yan gelip yatıyorlar. Anadolu’da kimse üretim yapmıyor
şuanda. O toprakta çalışacak olan işçilerin çocukları
toprakla bir gelecekleri olmadığından orayı terkediyorlar. Devlet
köylüye fabrika açmıyor, toprak vermiyor. Topraktan kazanacağı
istihdamı yaratmıyor. Hayvancılık zaten ölmüş durumda. 2012
senesinde Türkiye ilk defa dışarıdan saman ithal etmiş.
Cumhuriyet tarihinde ilk defa tarım bu kadar kötü durumda. Ondan
sonra 2500 tane HES projesi yapılıyor, bütün köylünün yaşam
kaynağı olan toprak ve suyu kullanıyorlar. Başka türlü tarım
olmuyor. Bütün bu politikalar sonucunda ithalata dayalı bir gıda
politikası oluşuyor.Devlet daha fazla enerji üretmek için doğayı
daha fazla tahrip ediyor. Bunun sonucunda insanlar büyük kentlere
göç etmeye zorlanıyorlar.
Kent
ve kır ilşkisi son derece kritik. Kırsaldaki sorunları çözmeden
kentlerdeki sorunları çözmenin imkanı yok. Biz filmde de
anlatıyoruz bunu. 1950’lerde yani cumhuriyetin ilk döneminde bir
toprak reformu yapılıyor, Köy Enstitüleri açılıyor. Köy Enstitüleri Anadolu aydınlanması diyebileceğimiz, aslında kırsal
kesimdeki eğitimi ve üretim faaliyetine katılmalarını, belki
sadece tarımla da değil başla şeylerle de ilgilenmeleri sonucunu
doğurabilecek bir politikaydı. Belki Köy Enstitüleri
kapanmasıydı, toprak reformu Demokrat Parti yönetiminde rafa
kaldırılmasıydı bu feodal sistem kırılabilecekti. Türkiye’deki
hiçbir kent bugün 3 milyon, 4 milyon nüfusun üstüne çıkmayacaktı
bugün. Çok daha dengeli bir gelişme olacaktı. Belki Kürt sorunu
diye bir sorunla karşılaşmayacaktık. Biraz da bu açıdan bakmak
lazım bu olaylara. O dönemde yapılan reformlar
gerçekleştirebilseydi ya da önü kesilmeseydi, Köy Enstitüleri
kapatılmasıydı, toprak reform rafa kaldırılmasaydı belki
Türkiye daha yaşanılabilir, çok daha çağdaş, daha dengeli
büyüyen bir ülke olabilirdi. Onun için bu filmde belki bunları
anlatmak mümkün değildi ama başka bir filmde anlatmak mümün
olabilir. Resmi bir bütün olarak görmek lazım. Birbirini
tamamlayan iki bakış açısı daha doğrusu iki odak noktası
diyelim. Bütün olarak bakmadan bu sorunları çözmek mümkün
değil.
Yeni
projenizin finansal desteğini nasıl sağlayacaksınız?
Sponsor
almayacağız ama film fonlarından yaralanmayı düşünüyoruz.
Türkiye’de belgesele verilen değer çok az ve siyasileşmiş
olduğu için buradan destek almayı zaten düşünmüyoruz. Yani
buradaki sağlık sisteminin böyle bir derdi yok. Ama bulabildiğimiz
kadarıyla yurtdışından bunu fonlayarak yapacağız. Yurtdışındaki
fonlarda da siyasi fonlar var. Mesela AB’nin kültürel projelere
verdiği fonlar var. Onları da kullanmıyoruz siyasi olduğu için.
Sadece film değeri üzerinden yararlanabileceğimiz fonlarla
çalışıyoruz. Bir de Ekümenopolis’te olduğu gibi bunu yapmaya
çalışacağız, kitlesel fonlama ve bireysel desteklerden
yararlanacağız.
Köy Enstitüleri ile Kürt sorunu arasında nasıl bir ilişki var?
Köy Enstitüleri'nin ne olduğunu bilmek lazım. Bunun hakkında da bir
film yapılabilir çok değerli olur hem de. Genel olarak feodal
sistemin kırılması, aydınlanma sürecinin yaşanması ve dine
dayalı feodal bir sistemden çok daha özgürlükçü ve bireylerin
haklarını savunana aydınlanmış bir sisteme geçmek, bence o
etnik sorunların da üstesinden gelebilirdi diye düşünüyorum.